29 Mart 2011 Salı

Sihirli kürem olsa mesela:)

Keşke tam şu an geleceği görebilsem. Seneye bu zamanlar nerede, nasıl, kiminle ve ne yapıyor olacağımı bilebilsem. Kötü şeyleri görmesem, sadece iyileri görebilsem. Önümde bir sihirli küre olsa masallardaki, filmlerdeki gibi, istediğim soruyu sorabilsem. İyi bir şey mi geleceği öğrenebilmek? Sadece güzellikler varsa, hayatımda olmasını istediğim insanlar hala yanımdaysa güzel bence.  Bu akşam arkadaşlarımla yemekte otururken öyle aklıma geldi bunlar. Hayallerimin, planlarımın sadece bu yazla sınırlı olduğunu farkettim. Sonrası? Sonrası koskocaman bir soru işareti. Tabii ki düşünüyorum, hayal kuruyorum, bundan 5 yıl sonra 15 yıl sonra nasıl bir hayat sürüyor olacağım diye. Ama elbette ki sadece ummakla kalıyor her şey. Mesela bundan 10 yıl sonra hala aynı yerde çalışıyor olabilecek miyim?, hala annemle bu evde mi yaşıyor olacağız?, sevgilim kişisi hayatımda olacak mı yoksa çoktan çekip gitmiş mi olacak hayatımdan?, eğer hala yaşıyor olursam sağlığım sıhhatim yerinde olacak mı?, bir gün çocuğum olmasını isteyecek miyim?, arkadaşlarım yanımda olacaklar mı?, yeğenlerim evlenmiş olacak mı?, vs vs... Gönül ister ki bundan 10 yıl sonrasında da mutlu mesut yaşıyor olabileyim. Ailem, sevgilim, arkadaşlarım hayatımdaki yerlerinde sabit kalsın, işlerim bozulmamış olsun, hayatımda her şey yolunda gidiyor olsun, Allah, terk edilme, yalnız kalma duygularını yaşatmasın bana....Hayaller hep güzel oluyor işte değil mi? İnsanı umutlu umutlu baktırabiliyor hayata....Oysa ki yarın sabah ne olacağımız belli değil. Ama belli değil diye de ipleri koparmamak gerek sanki. En azından ben böyle hissediyorum. Hayallerimin yıkılmasını, kimseyi kaybetmeyi, sevdiklerimin hayatımdan çekip gitmesini istemiyorum. İstemek de suç değil ya:)

Sabah EMDR var. Tam pilim bitecekken seansa gitmek enerjimi yeniden toparlamamı sağladığı için iple çekiyorum terapiyi. Belki gidince gözlerim açıldığı için, belki Sibel Hanım bana yeterince gaz verdiği için, ya da ben kendimi gaza getirdiğim için iyi hissediyorum kendimi terapi sonrası. Herkese de anlatıyorum ki yıkılmasınlar, düşmesinler, tökezlemesinler diye saçma sapan paranoyalar yüzünden.

Sevdicekle 49 saydık bugün. Zaman hiç de geçmiyor derken bir yandan da 93 saydığımız günleri dünmüş gibi hatırlıyorum. Şu var ki yaşarken geçmediğini sandığımız her an, dönüp bakınca su gibi akmış gibi geliyor. Bu işi anlamak benim kapasitemin dahilinde değil yani canlar...Sonuç olarak, yaklaşık 1 buçuk ay sonra bunca zamandır beklediğim huzura yani sevgilim kişisine kavuşucam ve onun gelişiyle 16 günlük iznimi almamla birlikte hayalini kurduğumuz tatil planları başlamış olacak. Biraz daha dayan diyorum kendime o güne kadar. Göz pınarlarıma, kalbime, her yerime işlemiş koskoca özlemi bastırıyorum, yutuyorum 17 Mayıs'a kadar. Ondan sonrası için de hakkımda ve hakkımızda hayırlısı ne ise o olsun, yeter ki gönlümüz bir olsun kendisiyle...

28 Mart 2011 Pazartesi

buyrun benim

"Akrep kadını tutkuludur,.erkekten fazla şey beklemez. Hatalarıyla, kusurlarıyla sevmeyi bilir. Katlanır, görmezlikten gelir.  Ama ihaneti affetmez."
Evet bu benim. 
Hala dönmedim eve, sabah gider gitmez işe yetişmeye çalışmak yorucu olacak ama olsun.
Bu hafta dolu dolu olsun, hiç boş vaktim olmasın ki zamanın nasıl geçtiğini anlamıyim.
Sevdicekle artık 20li 10lu günler sayacağımız vakitler çabuk gelsin.
Özledim, öyle böyle değil...
Hepimiz için güzel bir hafta olsun...
İyi geceler. 

27 Mart 2011 Pazar

Dünyanın en gereksiz adamı!!!

Bir adam vardı. Adına Şerefsiz diyelim mesela. Muhtemelen 20li yaşlarının sonlarında. O yaşa kadar düzenli bir işte dikiş tutturduğu pek söylenemezdi. Sonra hasbelkader o zamanların en popüler müzisyenlerinden birinin yanında ses teknisyenliği yapmaya başladı. Güneydeki şehirlerden birinde yaptıkları bir turnede güzel mi güzel, delidolu, daha 20 yaşında bir kızımızla tanıştı bu Şerefsiz. Kızın adı da Adsız olsun. Her ne yaptıysa, ne ettiyse bu kızcağızın aklını ve gönlünü çeldi Şerefsiz. İlk gençlik yıllarının kendisine verdiği ateşle bünyesini asilik sarmış Adsız kızımız daha ailesine bile danışmadan Şerefsiz'in evlenme teklifini kabul etti. Ailesi durumu öğrenince şiddetle karşı çıktı, olmaz dedi, evlenemezsin dedi. Oysa ki Adsız'ın gözleri, yüreği, tüm gençliğini, hayallerini, geleceğini bu adama teslim edecek, ailesini karşısına alacak kadar körelmişti. Nitekim kızlarına engel olamayacaklarını anlayan anne ve babası, gönülsüzce de olsa razı oldu bu izdivaça. Şerefsiz, bir İç Anadolu ilimizde ikamet ettiği için, Adsız da otomatik olarak oraya gelin gidecekti. Ve 15 gün içinde, yıldırım nikahıyla evlendiler. Düğün, nikah, kına, gelinlik gibi normalde aylar alan bir takım işler bu süre içine sığdırıldı ve Adsız gözü yaşlı ana, baba ve en çok da ağlak kardeşi tarafından yaşamının dönüm noktası olacak olan o eve, o şehre, o bilinmeze uğurlandı.
Adsız, Şerefsiz'in, ailesiyle birlikte oturduğu eve gelin gitmişti. Ara sıra ailesiyle telefonda konuşuyor, ne kadar da mutlu olduğundan bahsediyordu. Evlendikten kısa bir süre sonra baba evine ziyaret gitmişlerdi. Annesi ve babası her nedense bir türlü ısınamıyorlardı damatlarına. Birkaç ay sonra hamile kaldı Adsız. İlk torunlarını kucaklarına alacakları için pek bir heyecanlanan kızın ailesi, biberonundan, battaniyesine kadar herşeyi alıp 4-5 bavul dolusu bebek eşyasıyla kızlarının yanına gittiler. Gittiler ama gördükleri manzara hiç de sinmedi içlerine. Kızları deli gibi zayıflamış hatta çökmüştü. Zor bir hayatı vardı. Hamilelik, kayınvalide, kayınpeder, koca, büyüdüğü evden çok farklı bir ev ve şehir yıpratmıştı Adsız'ı. Evlendikten tam 1 yıl sonra bir kızları oldu dünya tatlısı, dünya topaçı:) Doğumdan önce ve sonra bir süre kızıyla kalan Adsız'ın annesi, çalışmakta olduğu için, yine gözleri yaşlı bir şekilde bıraktı kızını içine sinmeye sinmeye. Gel zaman git zaman, daha doğumdan 1 yıldan biraz fazla bir süre geçmişken Adsız'dan kötü haberler gelmeye başladı, ne kadar mutsuz ve ailesine muhtaç olduğuna dair. Ailesi kızlarnı yanlarına çağırdı ama Şerefsiz de geldi onunla. Adsız çökmüş, yaşlanmış, tükenmişti. Babasından gizli olarak, annesine yaşadıklarını, çektiklerini anlattı. Yediği dayakları, parmağına batırılan çatalları, hamileyken karnına yediği tekmeleri ve dahasını. Tüm bunlar daha gelin gittiği 2. hafta başlamış ama Adsız hem kocasının korkusundan, hem de babası bunu duyar da Şerefsiz'i öldürür hapse düşer diye tırsarak anlatamamıştı bunları. Ama eninde sonunda gerçekler açığa çıktı ve babası gerçekten de bıçakla Şerefsiz'in üzerine yürüdü. Araya girdiler, ayırdılar. Ve Adsız hata üstüne bir hata daha yaparak kocasıyla evine döndü belki düzelir umuduyla. Kısa bir süre sonra, yine yediği bir dayak sonrası bu defa ailesini aramasıyla, annesinin ve babasının oraya gidip kızlarını ve torunlarını alıp baba ocağına getirmesi şaşılacak birşey değildi elbette. Hemen boşanma davası açıldı. Bu defa Şerefsiz de almaya gelmedi Adsız'ı. Nitekim, boşanmadan daha önemli bir durum vardı ortada. Adsız 1 buçuk aylık hamileydi. İstemedi çocuğu, alın bunu dedi doktora, boşanıyorum ben dedi, ama ailesine, en çok da babasına söz geçiremedi. Her çocuk rızkıyla, şansıyla doğar, biz aciz değiliz, düşkün değiliz, hep beraber geçinir gideriz düşüncesinde olan babası engel oldu torununun aldırılmasına. Şerefsiz de öğrendi elbet bu hamileliği ve tepkisi "bu çocuk benden değildir" oldu yine şerefsizliğini yaparak, karısını 1 gün bile evden çıkarmadığnı, kendisine köle ettiğini, Adsız'ın yapayalnız bir insan olduğunu unutarak. Kısa bir süre sonra boşandılar. Adsız'ın 2. çocuğu da doğdu. Şerefsiz dayanamayarak çocuğu görmeye gitti ve kendisinin tıpatıp kopyası olduğunu görünce bağrına(!!!) bastı oğlanı. Böylece oğlan adını yıllarca ağzına bile almayacağı bir adamın soyadıyla gelmiş oldu dünyaya. Şerefsiz yıllarca görmedi çocuklarını. Adsız 2 çocuğuyla birlikte ailesinin evinde bazen mutlu bir şekilde bazende hengame içinde yaşadı gitti yıllarca.
Sonradan öğrendi ki Şerefsiz, Adsız'ın ardından hemen evlenmiş ve yeni karısından olan çocuğuyla Adsızdan olan çocuğu arasında her nasıl oluyorsa sadece 7 ay fark varmış. Sonra o karısını ve çocuğunu da terk etmiş ve yeniden evlenmiş ve yeniden ve yeniden. Kim bilir kaç kadının, kaç çocuğun hayatını karartmış spermleriyle.
Bu arada Adsız'dan olan çocuklarını yıllarca aramadı Şerefsiz. O çocuklar yıllarca büyükbabalarına baba dediler. Ama okula başladıklarında kendilerine açıklanmak zorunda kalındı olan biten, en azından babalarının hiç görmedikleri veya hatırlamadıkları bir adam olduğu. Kız yine de içgüdüsel olarak babasını merak ediyordu. Ne de olsa kardeşine nazaran daha çok ilişki kurabilmişti babacığıyla(!!!). Zaten çok iyi kalpli olan babaannesi ve dedesi de 5 yılda 1 falan arıyorlardı onu. Hatta büyüdüğünde birkaç kez babasının yanına kalmaya gitti ve her seferinde ondan daha çok nefret ederek ana kucağına döndü. Oğlan, babasına asla baba demedi ve ondan her zaman nefret etti. Zaten 20li yaşlarının ortalarında olduğu şu yıllarda babasını 4 kere falan görmüşlüğü var.
Şerefsiz'e gelince. Şerefsiz evlendi boşandı ve çok canlar yaktı. Bir ara işleri iyi gitti, zengin oldu, paralar kazandı, götü kalktı. Ama kadınlarINdan aldığı beddualardan olsa gerek işleri yolunda gitmedi ve defalarca battı, yine battı. Çocuklarına ayda 50 lira nafaka ödememek için bin takla attı, mahkemelik oldu. Zaten nafakaya da ihtiyacı olan yoktu ama hırstı, nefretti aslında bu. Nitekim Adsız'dan olma çocuklarına zerre faydası dokunmadı ki, Adsız, çocuklar biraz büyüyüp ailesinin yanından ayrılmaya karar verip kendi hayatını kurunca çok zor günler geçirdi hem maddi hem de manevi olarak. Ailesinin desteğini hiç kaybetmedi ama yine de kadın başına 2 çocuğa bakmak, büyütmek yeterince zordu ve ne gençliğini ne de orta yaşlarını gönlünce yaşayabildi. Zaten delidolu bir genç kızken, Şerefsiz yüzünden üniversiteyi de bitirememiş ve bir meslek sahibi olamamıştı. Şimdi ise hem yeni bir iş ediniyor, hem de yeni bir hayat kuruyordu. Hep bir mücadele hep bir fedakarlık oldu hayatında.
Birgün, oturdukları güney kasabasında çarşıya çıkan Adsız'ın kızı, karşısında birden babası olacak Şerefsiz'i gördü. Şerefsiz yine yeni bir kadın bulmuş ve bu defa da onun peşinden gelmiş, sanki koca ülkede başka yer kalmamış gibi Adsız'ın burnunun dibinde bitmişti işte. Adsız, Şerefsiz'i en son 25 yıl önce görmüştü. Şerefsiz ne yapıp edip oturdukları evi öğrenmiş ve bir de utanmadan ziyarete gitmiş, aklını çelmeye çalışmıştı kızının ve hayatını mahvettiği kadının. Allahtan Adsız da kızı da kanmadı ona ve postaladılar. Bir kez daha hayatlarının içine edemedi yani. Şu anda hepsi aynı kasabada oturmakla birlikte birbirlerini hiç görmüyorlar. Allah Adsız ve çocukların yanındaki elbette Şerefsiz'i onların karşısına çıkarıp hayatlarını zehir etmiyor, morallerini bozmuyor.

Bu kadar uzun oldu ama bir sürü detayı da atladım aslında. Hayatta beddua edilmesi gereken bir insan varsa o da Şerefsiz olacak bu şerefsiz kişidir. Vicdansız, haysiyetsiz, adi yaratıktır. İnsan bile değildir kendisi, nitekim benim canım ablam ve yeğenlerimle birlikte daha pek çok insanın hayatını mahvetmiş, onarılamayacak psikolojik hasarlar bırakmıştır. Hayatta kin tuttuğum, görürsem yüzüne tükürmekten zevk alacağım yegane şeydir kendisi. Evet "şey"dir, çünkü benim gözümde şu masada duran vazonun bile Şerefsiz'den daha önemli misyonları vardır hayatta, daha çok işe yarar, en azından içindeki çiçeği sarıp sarmalar. Şerefsiz gibi döllerini saça saça onun bunun canını yakmaz. Yazının başlığında Şerefsiz için "adam" dediğim için tüm adamlardan özür dilemeyi de borç bilirim bu arada. Ben bedduadan korkarım, bilen bilir. O'nun için tek söyleyeceğim şey şu "Allah onu bildiği gibi yapsın!!!" Allah onu bildiği gibi yaparken de benim ablamın, benim yeğenlerimin, benim ailemin hep yanında olsun...
Kendisiyle aynı havayı teneffüs etmediğimi umduğum bu kasabadan herkese iyi geceler...
**Bu yazının şarkısı da ŞU olsun...

25 Mart 2011 Cuma

iç seslere kulak tıkamak = huzur

* Bahar geliyor:) Hayret ki Mart ayında havası normalde ultra yağmurlu olan memleketimde, en azından gündüzleri insana bahar mahmurluğu veren yumuşacık bir hava var...bu havalarda insan yanında sevdiceği olsun istiyor...sevdiceğinin kolu beline dolansın, eli elinde olsun, serin hava yüzlerine, omuzlarına vursun, ayakları denizin tadına baksın istiyor...ama tüüüüm bunların olmasına 53 gün var ve bu yüzden de şu yaşadığım aldatıcı bahar günleri bana rehavetten başka birşey vermiyor...bir tek ben değil, herkes öyle...kimsenin kafası bile kalkmıyor neredeyse...bir üşengeçlik, bir uyuşukluk, bir tembellik...sabahtan akşama uyuyim, akşamdan sabaha da kitap okuyim istiyorum...ama en azından baharın son günlerinde de olsa sevdicekle acısını çıkarıcaz bu ruhsuz günlerin...
* Kendimi dinlemeyi bırakınca, en azından içimdeki seslere kulağımı tıkamayı başarabilince pek bir rahat bir insan oluverdim, negzel:) mesela artık tansiyonumu ölçmüyorum, şuram ağrıyor demiyorum çünkü zaten dinlemeyince o ağrı vücudu terk edip gidiyor bir süre sonra...hani olur ya birinin ilgisini çekmeye çalışırsın ama o seni sallamaz, sen de "eee seninle mi uğraşıcam be" der, poponu döner gidersin...benim ağrılar da aynen böyle yapıyor işte...
* Sanırım konsantrasyon bozukluğumu da yavaş yavaş halletmeye başladım...en azından uzun zamandır yapmadığım birşeyi, bir kitaba başlayıp 2 günde bitirebilmeyi başardım...ve işte böylece en sevdiğim dönemime tekrar girmiş oldum ve kitap okuma sezonum açılmış oldu...ben de şöyle oluyor çünkü; baş ucumda her zaman 2-3 tane kitap olur, yatağa girince canım hangisini isterse açar bir bölüm okurum, ertesi gün başka bir kitaba başlarım... ama kitap sezonum resmen açıldığında otomatiğe bağlar, o sıra okumak istediğim veya kaçırdığım ne kadar kitap varsa siler süpürürüm 10-15 tane...pazartesi günü Brida'yı (Paulo Coelho) okumaya başladım ve dün gece bitti...kitap beni içine aldı, sürükledi sürükledi, sonra da yuttu...bayıldım kendisine...neyse, okudukça diğerlerini de yazarım buraya...

* Yaz'ı düşünüyorum hep...nerelere gitsek, nereleri gezsek diye...hayal kurmak güzel...bütün bunları birlikte yapmak istediğin adamın da aynı şeyleri düşlediğini bilmek güzel...birkaç ay önce evlenen arkadaşım E.'nin 1 Temmuz'da düğünü var ve ona göre bu tarihe çok az zaman kaldı ve iki ayağı bir pabuca girdi hazırlıklar aşamasında...Mayıs sonlarına doğru doğum yapacak 2 arkadaşım var, birisi F. ...onlara göre de çok az zaman kaldı doğuma, yeni hayatlarına...peki 17 Mayıs sevdicek ve benim gözümde neden bu kadar uzak ki...başka bir yöntemi olmalı zamanı hızlandırmanın... ama ne???
İşte böyle....pek kaydadeğer birşey yazamadım, farkındayım ama bu seferlik böyle olsun...
Hadi byeeeee...

21 Mart 2011 Pazartesi

Panik atak kişisinin kalkınma planı:)



Yeni bir hafta, belki de düşüncelerimin, ruh halimin olumlu yönde değişmesi açısından bir başlangıç... Dün bu saatlerde ekşi sözlükte acaba hangi antidepresanın yan etkisi en azdır diye kendi çapımda araştırmalar yaparken, acaba psikoloğum Sibel Hanım'a danışıp bir psikiyatra mı gitmeliyim diye kafamda kurarken, neden sürekli kendimle didişiyorum diye kendimi sorgularken, bu sabah içim darala darala, kalp atışım tavan yapa yapa gittiğim EMDR seansından, içim huzur dolmuş olarak ayrıldım. Bu EMDR cidden çok faydalı birşey zannımca, ya da EMDR'nin dışında hiç tanımadığım bir insanın benimle ilgili gerçekleri birkaç cümlemden yakalayıp çatçat yüzüme söyleyip beni şaşırtıyor olması, kendi kendime kapattığım kapılarımı açmam için bana ışık tutması, kendi açımdan umut verici. Enteresan ama umut verici. Herşey benim aklımda bitiyor biliyorum. O "sıkışıyor" dediğim yerlerimde bitiyor; kalbimde, başımda, midemde, yüzümde...Ama onları yönlendiren şey ne; benim kendisine rahat batan küçük beynim. Etrafımdaki hiç kimseden ne bir eksik ne bir fazla derdim var. Herkesin türlü derdi var, belki benimkiler bana önemli, belki onlarınkiler onlara önemli. Ama önemli olan bunları aşabilecek güce, iradeye sahip olduğumuzun farkına varmak değil mi? Ben bunu fark etmek istiyorum. "Yalnızken güvende değilim, sürekli panik atak yaşıyorum, hayatımda şu olmazsa dünyanın sonu olur, ben güçsüzüm" modundan çıkıp "Hayır kardeşim, aslanlar, kaplanlar gibiyim, ben neler atlattım, bunlar ne ki, panik atak da neymiş, heheyt!!" moduna girmek istiyorum. Keşke bana bir sihirli değnek değse ve dese ki "Bak kardeş, bir daha daralıyorum, bunalıyorum dersen ağzını burnunu kırarım, hatta daha kötüsünü yapar önüne geçmişte yaşadıklarını gösteren bir ayna koyarım". Bakalım bakalım o zaman paniğin "p"si, güçsüzlüğün "g"si kalır mı hayatımda. Bunu yani kabullenme haleti ruhiyesine erişebilmeyi canı gönülden istiyorum. Bir ödevim var şimdi benim. Sonra belki unuturum diye, şimdi burada yapıcam kendisini. İyi ve kötü yönlerimi yazıcam, kendimde kızdığım ve takdir ettiğim şeyleri. Artık ne kadar objektif olabilirim bilemiyorum ama insan en çok da kendisine karşı acımasız değil midir zaten? Başlayalım bakalım:

Bence iyi olan, aferin bana dediğim yönlerim şunlar ola:
*Merhametliyim. Fazlası zarar farkındayım ama yine de çok insancıl bir yön bence bu. Acıma duygum, empati kurabilme yeteneğim oldukça çoktur. İnsanlara elimden geldiğince yardım etmeye çalışırım. Yani bu durumda yardımseverim de diyebilirim.
*Açıkszölüyümdür. İçimde hiç birşeyin kalıp beni acıtmasını sevmem. Dangalak değilimdir ama lafımı sakınmam.
*Cesurumdur. İnsanların korktukları kişilerle genellikle iyi ilişkiler içindeyimdir. Hatta bazen haddimi aştığım da olur aslında.
* Her ne olursa olsun güçlü durmaya çalışırım. Yaşadığım acıları, kaybettiğim insanları ve onların ardından ayakta kalışımı düşünmek bana cesaret verir. (Evet en çok bunu farkında olmam lazım.)
*İnsanlarla aram iyidir, huysuzluk yapmam, kapris hiç yapmam, yapanı da sevmem, uyumluyumdur.
*Sabretmeyi öğrenmek için en azından çaba gösteririm.
*Bekletmeyi hiç sevmem, dakik bir insanımdır.
*Haksızlığa tahammül edemem ve hakkım varsa da sonuna kadar ararım.Adilimdir.
*Dürüstümdür, öyle alengirli işleri, yalanı dolanı sevmem, korkarım. İnsanları acıtmaktan, kırmaktan tırsarım.
*Sır tutabilirim, laf taşımam, ara bozmam.
*Canım tatlı değildir. Öyle iğneden, kandan vs.'den korkmam.
*Bonkörümdür. Bende var olan bir şeyi ihtiyacı olan bir yakınımdan sakınmam.
*Şükretmeyi bilirim, dua ederim, ne olursa olsun şanslı bir insan olduğumu düşünürüm.
*İyi bir arkadaş, iyi bir evlat, iyi bir kardeş ve iyi bir sevgili olduğumu düşünürüm. (Hayır megaloman değilim.)
*"Açık sözlülüğünü ve bazı durumlarda keskin tavır sergilemeni seviyorum." sevgilim aynen böyle dedi biraz önce mesajında.


Bence boktan olan düşündükçe de kendi kendime "iyi bok yiyosun" dedirten yönlerim de şöyle ola:
*Çok tez canlıyım. Sabretmeyi öğrenmeye çalışıyorum evet ama kafama koyduğum birşey varsa hemen olmasını, yapılacak bir iş varsa hemen yapmayı isterim.
*Tahammülsüzüm. Hemencik sinirlenirim. Sinirim saman alevi gibidir, hemen söner ama sinirli olduğum sürece yanıma yaklaşılmaz. Kendime hakim olamadığım, ağzımdan çıkanı kulağımın duymadığı zamanlar olur.
*Kıskancım. Ayı yavrusunu severek öldürürmüş ya ben de sevdiğim adamı sevgimle öldürmemek için kendimi zor tutarım. Kafamda kurarım, sorular sorarım kendime, onun adına cevaplar veririm, cevaplar kafama yatarsa susarım, yatmazsa cıngar çıkarırım. Nitekim sevgilimi kimseyle paylaşamam her normal insan gibi.
*Kendimi fazlaca dinler, negatife bağlarım. Pireyi deve yapmakta üstüme yoktur. Bir yerim ağrısa ölücem sanırım ama aslında herşey normaldir. Önce kendimi kandırır, inandırır, sonra da kendimi teselli ederim. Negatifliğimi kolay kolay yenemem. Hemen heyecanlanır, panik yaparım. Kendim ve başkaları için fazlaca endişelenirim. Bu da beni mutsuzluğa sürükler.(Berbat bir özellik:S))
*İşime gelmeyen hiç birşeyi canım yapmak istemez.. Bu durumda dürüst geçinen ben, bir sürü yalan söyleyebilirim. Hatta içimden gelmeyen birşeyi yapmak zorundaysam kendi kendime bilinçsizce panik atak bile geçirtebiliyorum. Yani illa ki dış faktörler tetiklemiyor bunu.
*Sevdiklerimi kaybetmekten çok korkarım. Hayatımdaki en büyük korkum budur. Belki de bunun yalnız kalma korkusuyla direkt bir bağlantısı vardır. Ama ailemden birisinin ya da sevgilimin hayatımdan gitme  ihtimalini düşünmek bile kalbimin sıkışmasına yeter. (En kötüsü şu sıralar bu sanırım.)
*Tepkisizimdir. Birisi birşey anlatınca çoğu zaman benden beklenen olumlu ya da olumsuz tepkiyi veremem, donar kalırım, bu da ruhsuzmuşum gibi algılanabilir.
*Burcumdan (akrep) mıdır nedir bilmem ama beni tanımayan insanlar bakışlarımdan hoşlanmazlar genelde. Oysa ki kötü gözle de bakmam kimseye. Ama tanıdıktan sonra fikirleri değişir Allahtan. Ha bu arada çok mu önemlidir benim için ne düşündükleri, hayır tabii ki.
*Obsesifimdir. Saçma sapan takıntılarım vardır, özellikle tertip düzen konularında.
*Başladığım bir işi bitirene kadar paranoyak olurum. Yarım bırakamam, bitirene kadar tüm enerjimi harcarım. Bitiremezsem dünyanın en mutsuz insanı olabilirim.
*"Kendini değersiz hissettiğin zamanları ve bu anda sarfettiğin cümleleri sevmiyorum." bunu da sevgilim söyledi mesajında biraz önce.

Gelelim kendimce kendimi değerlendirmeye ve eleştirmeye ve kendime tavsiye vermeye:
Ben kötü bir insan değilim. Kalbim temiz ama dışarısı kurtlar sofrası olduğundan mütevellit biraz çakal olabilmekte fayda var. En azından kendimi koruyabilecek durumda olduğumu, kimseye muhtaç olmadığım fikrini aklıma yazabilmekte fayda var. Kıskançlık duygumun törpülenmesi lazım, durduk yere paranoya yapmamayı öğrenebilmem lazım. Merhamet, iyi niyet, iyi hoş da insanların bu iyi niyeti su istimal etmesine izin vermemek lazım. Babam, dayım, halam, ananem öldüğünde ölmediğim, yaşamaya devam ettiğim hesaba katılarak kimsenin ölümüyle ölmeyeceğimi hayatın bir şekilde devam edeceğini aklımın bir köşesine yazmam lazım. Bir gün sevgilimle ayrılırsak bununla da ölmeyeceğimi unutmamam lazım. Takıntılarımın, sabırsızlığımın bana sadece mutsuzluk getirdiğini, başka da hiç birşey katmadığını fark etmem lazım. Kimseye muhtaç olmadan yaşayabildiğim, istediğim giyeceği, yiyeceği alabildiğim, elim ayağım tuttuğu, sağlıklı bir insan olduğum, yalnız olmadığım, bir ailem, arkadaşlarım, sevdiceğim olduğu için daha fazla şükretmem lazım. Her derdin bir çaresi olduğunu, ölümün de aslında bir son olmadığını, en önemli şeyin umutlu ve pozitif olmak olduğunu anlayabilmem lazım. Gücümün farkında olmam, aciz, kötü kalpli bir insan olmadığım için kendimi şanslı saymam lazım. Kendim ya da bir yakınım rahatsızlandığında soğukkanlılığımı koruyabilmem, panik yapmamayı, hemen en kötüsünü düşünmemeyi öğrenmem lazım. Daha dirençli olmam, hemen yılmamam, sebatlı olmam lazım. Kendimi seviyorum ama kendi değerimi yeterince bilmiyorum sanırım ve bunu büyük bir hata olarak görüyorum aslında. O yüzden kendimin farkına varabilmem ve her ne olursa olsun önce "BEN"  demeyi en azından denemem ve kendime yazık etmemem lazım.

Bu aslında bir günah çıkarma, kendime itiraflar silsilesi gibi birşey oldu. Bilerek, isteyerek geçirmiyorum kötü anları, bunalımları, panik atakları. Ama öğreniyorum, öğretiliyorum ve öğrenmek istiyorum bu hissiyattan tamamen nasıl kurtulacağımı. Hiçbir zaman ezik bir insan olmadım ben. Hep güçlü durmaya çalıştım. "Çok sorumluluğum var benim." cümlesinin bana ağırlık değil, aslında övünç kaynağı olmasını istiyorum. Çünkü sonuçta demek ki sadece kendimi değil başka insanları da mutlu etmek için uğraşabiliyorum ve bunun için de gücüm var. Hiç kimsenin ve hiç birşeyin ve en çok da kendimin, beni mutsuz etmesine, eşek olan benim aklıma karpuz kabuğu düşürmesine, güçsüz bırakmasına, yaşama sevincimi ve hayallerimi elimden almasına izin vermemeliyim. Ve bunun için, kendime söz veriyorum, en azından çabalayacağım ve herşeye rağmen hayatımı öylesine değil, olanca anlamıyla devam ettireceğim ve bir daha beni yerden yere vuran, gerçek yaşamdan alıkoyan bir panik atak yaşamayacağım. Bu yazı da bana kapak olsun. Ağzından emziği alınmış küçük bir bebek gibi aciz hissettiğim zamanlarda bu yazıyı okuyayım ki bana tokat olsun.
(Bu yazıyı yazarken çok mu huzur içindeyim, hayır değilim. Yanımda annem (bu havada) üşüyorum, başım ağrıyor, tansiyonumu ölç modunda televizyon izliyor ama gayet doğal bir şekilde karşılamaya çalışıyorum bu durumu. Ne demiştim: Olumlu düşün, olumlu düşün!!! Kötü birşey olmayacak. Olacaksa da bunun olup olmaması benim elimde değil!...Ayrıca araya sıkıştırmazsam olmaz, sevdiceğin gelmesine de hala 57 gün var ve zaman çok yavaş geçiyor. Ama herşey çok güzel olacak sonunda...)
Bundan sonra herşey güllük gülistanlık mı olacak? Hayır, ama en azından, en boktan hissettiğim zamanlarda açıp açıp okuyacağım bu yazımı ve kendimi bir an önce toparlamaya çalışacağım. Neyse... yazdıkça kafam karışıyor sanırım:)
İyi haftalar, iyi geceler:)

19 Mart 2011 Cumartesi

Ben neden böyle oldum?

Bu gerginlik, sinir stres, kalp çarpıntısı, göğüs ağrısı, hayattan zevk alamama ve en kötüsü de tahammül duygumun  sıfırlanması...ben neden böyle oldum? Bir yanım "haydi yeşil kırlara koş" moduna girmek isterken, öbür yanım "bok yeme otur" modundan çıkamıyor. Sanırım hayatımı içimden geldiği gibi yaşayamamdan, dilimin ucuna gelenleri bağıramamaktan, yanımda olmasını istediğim insanın elimizde olmayan sebeplerden dolayı burada olamamasından, her günün bir önceki gün kadar manasız olacağı hissiyatından kurtulamamamdan, uyuyup uyanıp işe gitmenin bir süredir kısır döngü olarak süregelmesinden, en yakınımdaki insanların asık suratlı olmasından, arkadaşlarımla aynı dili konuşamamaktan, unutkanlığımdan, hiç birşeye konsantre olamamaktan, panikten ataktan, her gece manasız rüyalar görmekten, hayatımın avuçlarımdan akıp gidiyor olmasını görmekten, pmsden, bünyemi alt üst eden dolunay ve ay tutulması (supermoon) olaylarından, birşeyleri yapmaya mecbur tutulmaktan ve sürekli kendimi dinlemekten...işte böyle ettim kendimi...
Gözlerimi kapatıp sadece huzur istiyorum. Huzurun bedenime, ruhuma, etrafıma tüm ışığını saçmasını diliyorum. Bu gece, ay tutulması evimdeki, üzerimdeki tüm negatiflikleri alsın götürsün, yerini sonsuz bir pozitif enerjiye bıraksın istiyorum. Bu sevmediğim hallerim pılınıpırtını toplayıp beni terk etsin istiyorum.şu yazıda da dediği gibi hiç birimiz çaresiz değiliz ve eninde sonunda hepimiz sıkıntılarımızdan kurtulacağız. İsteyelim, isteyelim ve yine isteyelim...Ahkam kesmiyorum, sadece kendimi gaza getirmeye, inandırmaya çalışıyorum...Bu ruhsuz benden bıktım çünkü, yeter, baydı, yine neşeyle dolmak istiyor bünye...hepsi bu.
İyi geceler...

17 Mart 2011 Perşembe

sağlık-sıhhat

Bu da 16 Mart yazım...
Ne gündü be…Yorgunluktan gözlerim kapanıyor. Yine sınandığım günlerden biriydi sanırım. Çok geç yatıp, sabah annemin kontrolleri olduğu için hastaneye gideceğimizden, çok erken kalktım. Temizliğe gelen ablaya anahtar bırakma telaşı, sabah sabah manasız bir trafik, kontrole gidip doktorun değiştiğini görmek, yeni doktorun anneme anjiyo yapılması gerektiğini söylemesi, bunun üzerine yaşanan hayal kırıklığı ve 3. bir doktor arayışı, tanıdıkların yardımıyla yeni bir doktor bulup muayene ettirme ve anjiyoya gerek olmadığını duyma rahatlığı, hastaneler arasında evde otururken hissedilen deprem, kaçırılan 2 ders ve şu saat olmuş. Ve günün sözü bir öğrencimden geldi bugün “Hocam o kadar neşeli, o kadar pozitif bir insansınız ki insan sizin yanınızda yaşlanmaz!” Bu gece alkışlarım bu öğrencime gelsin. Ve kendisine mesajım “Benim içim beni, dışım seni yakar.” Allah hepimize önce sağlık versin.
İyi geceler.

Rahatsız...

Bu yazıyı 15 Mart'ta yazmıştım aslında ama blogger yasaklandığından beri DNS ayarlarımı değiştirmeden bloğuma girebilen ben, 2 gündür giremedim, yasak beni geç vurdu. Yazımı da bugün yayınlayabiliyorum o yüzden ve burayı özledim.
Sıkkınım, hiçbir şeyden zevk alamıyorum bugün. Kendimi zorluyorum, olmuyor. İnsanın kendini kasması, kandırması nasıl birşeymiş anlıyorum. Kendimi hiç rol yapamayan bir insan bilirken, bir bakıyorum, hangi arada ve nasıl olduysa, bildiğin rol kesiyorum. Kendimle başbaşa kaldığımda maskem düşüyor, kanamıyorum yüzümdeki anlamsız ifadeye. Biliyorum kendimi. Gerçekte kimi ve neyi sevip sevmediğimi biliyorum. Ama bilmek yetmiyor işte. Her gün yüz yüze bakmak zorunda olduğum insanlara, yüzlerini görmek yetmiyormuş gibi, bir de tahammül etmek zorunda olmak canımı sıkıyor. Yani belki ben paranoyağımdır. Belki benim yerimde başka birisi olsa, bulunduğu duruma ve etrafındaki insanlara daha tahammüllü olurdu. Ama ben böyleyim.
Neden mi sinir oluyorum insanlara? Bir kere benim ne şartlar altında, neler yaşadığımı bilip bilmeden, benim hayatım hakkında ahkam kesilmesini sevmiyorum. Her konu hakkında söyleyeceği bir lafı olan kendini bilmezlerden nefret ediyorum. Yüzüme bakıp ortada hiçbirşey yokken “noldu canın mı sıkkın? neyin var?” tarzı sorular sorup düzgün olan moralimi bozan insanların suratının ortasına bir tane patlatasım geliyor. Herkesin arkasından atıp tutup yüzlerine gelince mal mal sırıtan, ortalık karınşınca da köşesine çekilen ikiyüzlü insanlardan hoşlanmıyorum. Sevgilimin eskiden birşeyler yaşadığı kadınları etrafımda görmekten artık nefret ediyorum. Bu, bana daha önceleri, koyan bir durum değildi ama ilk başlara dönüp düşününce farkettim ki benim o zamanlar, sevgilimle yaşadığı ilişkiyi çok da ciddiye almadığım bir hatunun, benim yaşadığım ilişkiye karşı kötü niyeti, küçük bir çocuğun bile anlayabileceği kadar aşikarmış. Yoksa bana niye desin ki sen O’nun şununla da yattığını, bununla da görüştüğünü, şurada da oturan bir kadın olduğunu, benimle de beraber olduğunu biliyor muydun diye! Yeni başlayacak olan bir ilişkiye taş koymak değildi de neydi ki yaptığı? Ha şu anda benim sevgilimden, sevgilimin dürüstlüğünden, kalbinin güzelliğinden zerre kadar şüphem yok. Çünkü onu tanıyorum artık, bazen kapalı kutu olsa da onun da kendine ait bir yaşam alanı olması gerekliliğinin bilincinde olup güveniyorum ona, tüm kalbimle inanıyor, inandığım için de sorgulamıyorum. )Yani sevgilim, okuyorsun şimdi bunu ama bil ki durumun yani benim sinir olma durumumun seninle gerçekten bir alakası yok.) Sonuç olarak, paranoyaysa paranoya, kıskançlıksa kıskançlık, bok püsür, bir bildiğim var ki, insanları tanıyorum ki hoşlanmıyorum bu durumdan. Sevgilimin yokluğunda, herşeye tahammül gücüm çok zayıf olduğundan belki de herşey, herkes katlanılmaz ve sinir bozucu geliyor. Sinirlenmek için arandığımın da farkındayım ve bunun için de yani kendimi daha iyi ve tahammüllü hissetmek için de yine sevdiceğin geleceği güzel günleri bekliyorum.
Ortada birşey yok aslında.Herkes mutlu, mutsuz olan benim. Yaşadığım ortama ayak uydurmakta güçlük çeker, bir yere sığmaz oldum. Ve yine, bu durumda da, sevdiğim adama, neşeme, herşeyime bel bağlamış durumdayım. Bugün yolda yürürken düşündüm de, sevdiceğim benden önce ölürse hemen ben de ölürüm. Peki ya bir gün hayatımdan giderse??? Korkuyorum…
Yine de iyi birşey var, 9 hafta sonra yanımda olacağını biliyorum. bkz: tek haneli rakamlara geldik…
İyi geceler.

14 Mart 2011 Pazartesi

Sevgilim ve İstanbul

Geldim. Sevdiceğimi, geçirdiğimiz her güzel dakikayı, sohbetini, ellerini, kokusunu, capon gözlerini ve özlediğim diğer herşeyini orada bırakarak gözlerim yaşlı ve yeni bir 65 günlük bekleyişin eşiğine döndüm. Toplam 16 saat falan beraberdik. Onu çok çok, anlatamayacağım kadar çok özlemişim. Onu şu kadarcık görmem, özlemimden hiçbirşey eksiltmedi. Hayatımın anlamı olan, her günün sonunda "oh be 1 gün daha eksik kaldı kavuşmamıza" dedirten, yanında sadece yüzümün değil içimin de güldüğü, ömrümün son saniyesine kadar başımın omzunda, elimin elinde olmasını istediğim insanı oracıkta, Karaköy'ün göbeğinde bırakırken canım acıdı. Yarım değil, daha da az kaldım. Gücüm bitti, mutsuzluktan öleceğimi sandım o takside. Ölmedim. yaz'ı düşündüm, bizi bekleyen güzel günleri. Aklımı, kalbimi, herşeyimi, tüm sabrımı sevdiceğin ellerine, yüreğine bıraktım geldim işte gerisin geriye...arkama baka baka...

İstanbul'da tek güzel olan şey sevdiceğin varlığı ve onunla orada geçirdiğim mutlu, huzurlu saatlerdi. Ve ben bir kere daha anladım ki BEN İSTANBUL'U SEV-Mİ-YO-RUM nokta. Neden sevmiyorum:
İstanbul muazzam bir yer, evet, biliyorum, kör değilim, farkındayım. Tarih inanılmaz, bazı semtlerdeki binalar büyüleyici, mağazalar, alışveriş merkezleri süper, eyvallah... Ama bence orada bir insanın gerçekten istediği gibi yaşayabilmesi için yanında öncelikle elini tutabileceği, hem de sımsıkı tutabileceği bir insanın olması gerekiyor. Nitekim, İstanbul, bana hiçbir anlamda güven telkin etmiyor. 1 milyon çeşit insan, hırlı mı hırsız mı belli değil, herkes her yerde, caddeler, sokaklar, tüm kapalı mekanlar tıklım tıklım, tinercisi, alkoliği, silahlısı, sapığı...hepsiyle aynı caddede yürüyorsun, kıç kıça yürüyorsun hatta! Hayatımızdaki en önemli kavram, daha anne karnında öğrendiğimiz yegane şey "güven" duygusu değil mi? Yemişim ben güvenli olmayan güzelliği o zaman! Anadolu da Avrupa da aynı. Birşey yiyeceksin sıra bekle, bir bara oturacaksın masa yok. Ayrıca attığın her adım para. Ha tamam, yanında süper bir sevgilin, kocan vs. ve cebinde aylık en az 4000-5000 lira paran varsa süper, kendine ait güzel de bir evde oturuyor ve çalışmaya da mecbur kalmıyorsan, harika, buna diyeceğim yok. Zaten o zaman her yer cennet. Bir de moda mıymış canlar şu mini etek giyme olayı!!! Ulen bizim götümüz donmuş, ayaklarımızı hissetmiyoruz kat kat giyinmeye rağmen, eldiven, atkı, ne bulduysak sarınmışız, akşam Nevizade'de 10 hatunun 8'i mini etek giymiş, altına da file çorap!!!Teallahım! Cidden hayretle, gözlerimi açmış onlara bakarken buldum kendimi oturduğumuz süre boyunca. Yan masaya sarhoş bir adam oturdu. Öyle dandik bir yerde de değiliz ha bu arada. Garsonu çağırdı sipariş vermek için. Artık öncesinde ne yaşandıysa, garson "burada size servis yapmıyoruz" dedi, döndü poposunu gitti. Hadi adamın silahı olsa, çekse sıksa 2 tane. Nolucak? Bok yoluna gitti olucak işte!!! Taksiye biniyoruz Ortaköy'e doğru, adam oralı olmadığımızı anlıyor. Burada çakal olucaksın diyor, aynı benim gibi diyor. Aferin, bravo çakal kardeş dememizi mi bekliyor anlamadım. Yine ayrı bir taksi. O kadar çok yürümüşüz ki sabah 8'den akşam 12'ye kadar, ayağımda derman kalmamış, tırnaklarım en yakındaki etlere batmışlar. Taksim'den biniyorum, Cihangir diyorum. Gülüyor herif pis pis. Be adam sana ne??? Parasıyla değil mi anasını satıyım. Bir de açıklama yapmak zorunda kalıyorum elin adamına, ayağım burkuldu vs. diye. Adam taksimetreyi açmıyor. İnerken kuzenim 7 lira vermemi söylüyor, aslında 3,5muş da yakın olduğu için çift tarife alıyormuş bu abiler. Sonra nasıl geçiyor o para boğazlarından bilemiycem, düşünemiycem artık!!! Bir mağazaya giriyorum, soyunma kabinlerinin, kasanın önünde bizim mahalle kadar sıra var anasını satıyım, elime aldığım herşeyi bırakıp çıkıyorum en acilinden. Müzeye git kuyruk, taksi beklerken kuyruk, para öderken kuyruk!!! Ne bu ya NASA'ya astronot mu alıyor bu insanlar!!! Vallahi istisnalara, nezih yerlere, nezih insanlara rağmen sevmiyorum, sevmeyeceğim arkadaşım ben bu şehri. Hele ki Taksim'i! Eğlencesi de , yiyeceği, içeceği, giyeceği de orada yaşayanlara, alışık olanlara, sevenlere kalsın, ve başka şehirlerden her ipini koparan olur olmaz sebeplerle gidip yerleşmesin oraya! İş güç vs mecburiyetler ayrı tabii ki ama "ay negzel şehir, vur patlasın, çal oynasın, boğaz da süpermiş, rakı balık, turkish kebap"la olacak işler değil bunlar canlar. İstanbul'da olan ya da oralı olan okuyucular kızmasın bana. Ben bunları aslında sizin de iyiliğiniz için söyliyorum. Kötü niyetli, ipsiz sapsız insanlar gitsin ki siz de huzur içinde yaşayın cidden güzel olan şehrinizde. Ben Antalya'da yaşıyorum daha önceki yazılarımdan anlayabileceğiniz üzere. Haa burası süpersonik bir şehir mi? Değil tabii ki. Ama en azından 5000 lira maaş almadan, günde bilmem kaç saat yol tepmeden, istediğin yere gidebiliyorsun. Deniz ayağının altında, bir balkon mesafesi, tarihse tarih, tatil yeriyse hepsi burnumuzun dibinde, ulaşım derdi yok, bizim "var" dediğimiz trafik, kırmızı ışıkta 90 saniye fazla beklemekten ibaret. İş yerim ve evimin arası arabayla 7 dakika. Karnım da tok, sırtım da pek çok şükür. Burada da tehlikeli yerler, zamanlar var elbet ama en azından bildiğim yerdeyim, doğduğum, büyüdüğüm yerdeyim. Memleketimin de gözünü seveyim. Bundan sonra İstanbul'a sevgilimle ve bol vakitte ve sadece tatil için gitmek istiyorum mümkünse. Ve biraz kendi haline, kendi güzelliğine, kendi doğasına bırakılabilse keşke o güzelim şehir, İstanbul. Nitekim, çok yorgun gördüm kendisini, yazık ediliyor...

Velhasıl, doldum doldum taştım canlar. Sevdiceği orada bırakmak, sanki onu orada kaderine terketmek gibi:( Canım yanıyor, öyle böyle değil, elinden oyuncağı değil annesi alınmış çocuk gibiyim. Onun olmadığı her saniyeye tahammülüm biraz daha azalıyor. Hele ki etrafımdaki insanlara karşı dayanma gücüm yok denecek kadar az. Allahın bize sağlık ve sabır vermesinden başka bir dileğim yok. Çok mutsuzum, sabahtan beri sürekli ağlıyorum, sinirlerim çok bozuk ama umutluyum da. Sevdicek gelecek ve biz yine çok mutlu olucaz, bir arada olduğumuz her zaman diliminde olduğu gibi. Ona özgürlüğü geri verildiğinde, bana da hayatım geri verilmiş olacak. O güne kadar direnç, sadece direnç, gerisi hikaye...

Çok yorgunum. 2 gündür hayal edemeyeciğim kadar güzel manzaralı bir yatakta uyudum kuzenimin evinde. Güneş doğarken martı sesleriyle uyandım. Terasın camlarını sonuna kadar açıp o sakin sessiz çilesiz uyanmamış İstanbul'un güzel havasını ciğerlerime doldurdum. Ama gel gör ki evin bulunduğu o yokuştan yukarı çıktığım anda apayrı bir dünya sanki. Trafik, kalabalık, sürekli yüksek sesli müzik, vs. vs. Nitekim anladım ki, yer fark etmez de, yanımda sevgilim olsun, beni dünyanın tüm pisliklerinden ve tehlikelerinden korusun, içimde huzur ve güven olsun, işte o zaman benden mutlusu yok şu dünyada...
Kalın sağlıcakla...
Ve son olarak, kulağımdan gün boyunca gitmeyen şu şarkı da hayatımın anlamı sevdiceğe gelsin...

11 Mart 2011 Cuma

Şans, EMDR, ve yine heyecan:)

Merhabalaaaaar,
EMDR'den geldim biraz önce. 2. seans başarıyla tamamlandı. Yine ışıl ışıl bir beyne ve hafızaya sahibim şu an. Hatta ilk gittiğimdeki bana acı veren olayı tamamen kapatıp benim panik atak sendrom ve semptomlarıma geldik. Bu sefer biraz yavaş ilerliyor gibiyiz ama zamanla hepsi sıfırlanacak inşallah. Umutluyum, seviyorum spotless mindlı halimi:)
Tabii ki büyük gün geldi çattı. Bu akşam gidiyorum İstanbul'a. Yarın bu saatlerde sevdiceğin koalası pozisyonunda İstanbul'un tozunu attırıyor olucam inşallah. Şimdi hazırlanma vakti canlar. Hala ne giysem sorumun cevabını bulmuş değilim. Birazdan gidip gardırobumun önüne çadır kurmayı düşünüyorum kıyafetlerden. Benden haber alamazsanız bilin ki sevdiceği asker ocağından çalıp yurt dışına kaçmışımdır:P 
Bana şans dileyin ki benim adamın:) çarşı izinlerine falan bir haller olmasın, doya doya (ki doyamam da) görebileyim. Heyecanım ve ben gidiyoruz şimdi. (içimden geçen şarkıya bkz: Heyecandan her gece halini unutursam ağlama la la la...ahahah:))
Sağlıcakla kalın canlar:)

9 Mart 2011 Çarşamba

heyecan:))

Yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz, sevdiceği görücem oley:)) Ohhh şükür şu sayma kıvamına geldim uzun bir aradan sonra. Bir heyecan, bir panik halindeyim. Aksi gibi hava da deli gibi soğudu ama umrumda da değil ki. Sevdicek beni ısıtır ne de olsa negzel:) Birkaç gündür heyecandan doğru dürüst uykuya dalamıyorum. Yatıyorum yatağa, şurada mı buluşsak, burada mı buluşsak, ne giysem, hangi çizmemi giysem, saçımı naapsam, bunları düşünüyorum. Sanki sevdicek ilk defa görecek ya beni teallaaam:) İşte ne biliyim bi telaş, bi bişey, bi haller...Zaten yine sayılı saatler görebilicem onu diye sinir oluyorum ama hiç yoktan iyidir. Ne de olsa 1 Ocaktan beri görmedim gül yüzünü caponumun, yerim. Böyle aşk ve özlem doluyum işte canlar. Cumartesi çabuk gelsin, İstanbul'da yerler buz olmasın bir de:)
Cuma günü 2. seans EMDR var ama sıcağı sıcağına yazmaya vaktim olur mu bilemiyorum. Çünkü Cuma akşamı gidiyorum İstanbul'a. İnşallah beynimdeki artıklar tamamen silinecek bu seansta.
Bugün sonunda saçlarımı kömür karasına boyattım. Daha önce boyattığım en koyu kestane, sarının üzerine olduğu için akıp gitmişti bile. Şimdi kapkara kafam. Aynadaki ben değilim sanki, alışamadım nedense:)
Sevgilimi görme telaşından başka kaydadeğer birşey yok bu hafta:) Yazacaklarım da bu kadar dolayısıyla:)
İyi geceler:)
 

8 Mart 2011 Salı

yeni bir mim:)

Pek sevgili Blush mimlemiş beni. Ben de mim cevaplamayı pek sevdiğim için hemmmen cevaplıyorum. Yine soru cevap şeklinde bir mim aynı lise yıllarımın anketleri gibi, negzel:)

Hayalinizdeki meslek nedir?
Sanırım ben şanslı bir insanım ki hayalimdeki mesleği yapıyorum. Öğretmek güzel şey canlar:) (Şarkıcı falan da olabilirmişim ama mesela:P)

Kışın sürmeyi en sevdiğiniz parfüm nedir?
Yaz, kış en sevdiğim Paco Rabanne Ultraviolet EDP

Çay mı, kahve mi? Kaç şekerli? Sütlü / sütsüz?
Şekersiz çay, tek şekerli bol sütlü kahve. Ayrıca papatya çayı, Türk kahvesi. Ve çok çok su, sadeli:p İçiciyim a dostlar:)

En önemli makyaj hileniz?
Yoktur ki hilem benim:)

Tam şu an kucağınıza bir cin düşseydi ve 3 dilek hakkınız olduğunu söyleseydi, ne dilerdiniz?
Sevdiceğin kucağına ışınlanmayı, ve her zaman isteyeceğim gibi sağlık ve huzur:)

Kahvaltı, öyle yemeği, akşam yemeği ve tatlı. Bu öğünlerden ömrünüz boyunca yalnızca bir tanesini seçmek zorunda kalsanız, hangisi olurdu?
Geç yenen bir öğle yemeği olurdu sanırım, sabahla akşam arası:)

Eğer Hello Kitty olsaydınız, kurdelanız ne renk olurdu?
Pembe...

Eğer ömrünüz boyunca yalnızca bir tane takı takma seçeneğiniz olsaydı, bu ne olurdu?
Saat.

Sahip olmak istediğiniz yetenek nedir?
Ohooo çok var:) Mesela bas gitar çalabilseydim, duyduklarımdan, gördüklerimden, okuduklarımdan sadece seçebildiklerimi aklımda tutabilseydim negzel olurdu:)

Bitince almaya devam edeceğiniz kozmetik ürünü?
Parfümüm dışında sürekli almaya takıntılı olduğum bir şey yok aslında.

Eğer geleceği görme şansınız olsaydı, görmek ister miydiniz?Evetse, tam olarak neyi görmek isterdiniz?
Görmek istemezdim. İyisiyle, kötüsüyle yaşamak isterim her günümü, kaderimi.

Gizli ünlü aşkınız kim?
Yok ki gizli ünlü aşkım benim. Ama sanırım o kadar çok anlattım ve yazdım ki sevdiceğim artık ünlü oldu buralarda:) Ama gizli değil...Ama beğenmek dersek, mesela Ben Stiller'ı beğenirim. (biliyorum çirkin ama beğenirim yine de:)

Neden blog tutmaya başladınız?
Kusmak ve içimde tutmamak için.

Blush 'a çok teşekkür ediyorum. Benim mimlediklerim ise şöyle:

Ayrıca her ne kadar günü gereksiz de bulsam Kadınlar Gününüzü kutlar, hepinizi öperim:) Bu da size gelsin:

KADIN
Kimi der ki kadın
Uzun kış gecelerinde yatmak içindir.
Kimi der ki kadın
Yeşil bir harman yerinde
Dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayalimdir,
Boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran.
Kimi der ki çocuk doğuran.
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.
O benim kollarım, bacaklarım, başımdır.
Yavrum, annem, karım, kızkardeşim,
Hayat arkadaşımdır.

Nazım Hikmet...

kadın olmak güzel şey...

6 Mart 2011 Pazar

sorarlar adama!!!

Günler değişiyor ama benim hayatımın gündemi değişmiyor. Uzun bir süre daha değişmeyeceğe benziyor ayrıca. Derdim mi? Hayır değil. Hafta içi otomatiğe bağlamış gibi aynı anları yaşıyorum her ayrı gün; aslında her aynı gün. Tesellisi ise Mayıs'a biraz daha yaklaşmak. Hafta sonları ayrı bir muamma. Kendime aktivite çıkarayım diyorum. Yapmaya kalkıştığımda da sıkılıyor, eve dönmek istiyorum. Anlayacağınız ne emmeye ne gömmeye geliyorum.

Vakit çokluğundan her birşeyi fazlaca sorguladığım şu dönemde, etrafımdaki insanları da fazlaca kurcalar oldum kafamda. Kimse göründüğü gibi değil, aynı benim gibi. Herkesin 2 değil bilmem kaç yüzü var. Kimse kimseyi kırıp kırmayacağını, arkadaşı hakkında başka birisine kötü bir söz söylediği zaman bunun arkadaşının kulağına gidip gitmeyeceğini ve hatta onu incitip incitmeyeceğini hiç düşünmüyor. Herkeste bir bencillik, bir bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılık. Herşeyin bu kadar dışında olup neden bu kadar içine çekilmeye çalışıldığımı anlamlandıramıyorum. Cidden anlayamıyorum...Aslında buraya bir sürü şey yazmıştım, açmıştım ağzımı yummuştum gözümü ama sildim. Beynimde barındırmak istemediğim şeyleri geri dönüpte okuyunca bloğumda görmek istemedim. Sonuç olarak ben de tutuyorum kendimi, tepki çekmemek için içten içe sinirlendiğim birkaç insana katlanmaya çalışıyorum. İnsanlar da benim bir akrep burcu olduğumu unutmasa diyorum. Açtırmasınlar ağzımı, yeminle darlanıyorum!! Sanırım hiçbirşey bilmemek, herşeyin farkında olmaktan çok daha iyi.

Neyse...gerginim ve heyecanlıyım ayrıca. Sevgilimi görücem haftaya. Hatta bu saatlerde yanından ayrılmış, eve dönmüş bile olucam. Onun da keyfi yerine gelsin istiyorum. Bakalım ne derece yardımcı olabilicem kendisine keyfinin yerine gelmesi ve yüzünün gülmesi hususunda. Şu anda tek inandığım, tek güvendiğim, uzakta da olsa hayatımdaki varlığıyla yüzümü güldüren tek insan o. Nitekim bu konuda da hayal kırıklığına uğramamak için tüm inancımla dua ediyorum.

Twitter'da takip ettiğim Onur Gökşen şöyle demiş."öyle sahte muhabbetler falan dönüyor ki buralarda "korkma yanındayım ben senin" falan, böyle sığ sığ ........ yanını *ikim senin ben." 
Bu yazının sonuna da bu cümle yakışırdı. İyi geceler, iyi haftalar herkese.

ve hayat devam ediyor...


12 yıl geçti. İçimin acısı geçmedi. 12 yıl önce tam bu saatlerde yanına uzandım onun. Yere yatırmışlardı cansız bedenini. Çenesi bağlıydı. Bembeyazdı. Karnına bir ekmek bıçağı koymuşlardı. Öylece yatıyordu, bir daha kalkamayacaktı biliyordum. Ve son kez yanına uzandım. Sarıldım, kokladım. Hastalığından kalma kekik kokusu sinmişti üstüne. Bir daha o kokuyu duyamayacağımı, bir daha ona sarılamayacağımı bildiğim için sımsıkı sarıldım dakikalarca, saatlerce. Cansız bir bedene sarılmak nedir bilir misiniz? Soğuk, ağır ve taş gibi bir bedene. Ben öğrendim, unutmamak üzere ezberledim o gece. Sonra birisi tuttu kolumdan kaldırdı beni. Evdeki kalabalığın arasında yokluğumu farkedince tahmin etmişler onun yanında olduğumu. Aralarına aldılar beni sonra. Ama onu orada yalnız bırakamadım. Sabaha kadar defalarca gittim yanına. Ve sabah olunca onu götürdüler yıkamaya. Sonra apartmanın bahçesinden uğurlandı. Camiyle mezarlık arasındaki yolu ablamın kolunda yürüdüğümü hatırlıyorum ve onu toprağa koyarken beni yanına yaklaştırmadıklarını. Annesinin kucağına, ablasının yanına yatırılışını göremedim...Bugün gittim yanına. Yıllardır yapmadığım birşeyi yaptım ve mezarının başına oturup hıçkıra hıçkıra ağladım. Bu bir isyan değil, kabullenememek değil. Sadece koskoca bir özlem. Yeri doldurulamayan bir boşluk. Aslında düşündükçe hayatımı kolaylaştıran, bana güç veren, "ben buna bile katlandım, herşey vız gelir" ruh haline sokan tuhaf bir his. Nice yaşıtlarımı görüyorum babalarından sürekli şikayet eden. Olsa da ben de şikayet etsem diyorum. Nitekim ben babasının biricik, en küçük, en sevdiği kızı olarak yetiştirildiğim için babam hayattayken de ondan şikayet ettiğimi pek hatırlayamıyorum. Velhasıl, ben 12 yıl önce bugün babasız kaldım canlar...Allah kimseyi anasından babasından etmesin. Aramızda olmayanlar huzur içinde yatsın...

SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ? 
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum...
                                     (
Cemal Süreya)

4 Mart 2011 Cuma

DİP



Günler sonra gelen gözyaşları...sevgilimi çok özledim...kanadı kırık kuşum hasta oldu orada...elim kolum bağlı, hiç birşey yapamıyorum...çaresiz olmaktan, beklemekten nefret ediyorum...o da birşey yapamıyor...gidecek yeri yok, kaçacak delik yok...morali bozuk, canı sıkkın, keyfi yok, tadı yok...eksik, yarım ve de en kötüsü mecbur...Biz sabırsızlandıkça, acele ettikçe, zaman inadımıza yavaşlıyor sanki...kalıbıma sığamıyorum, o iman tahtası denen yer vardır ya, orada bir acı hissediyorum, yutkunamıyorum, daralıyorum...sevgilimi istiyorum, onda bıraktığım kendimi istiyorum...başka da birşey geçmiyor, gelmiyor içimden...şu şarkıda dediği gibi herkes bazen öğrenmek zorunda evet ben de öğreneceğimi öğrendim...artık kavuşmak istiyorum...dipteyim, elimi uzattım kurtarılmayı bekliyorum. nokta.

2 Mart 2011 Çarşamba

KOŞUN! KOŞUN! EMDR VAR!!!

Anlatacaklarım var a dostlar. Bugün çok enteresan birşey yaşadım. EMDR. Daha önceki yazılarımı takip edenler bilir. Yaklaşık 1 aydır psikoloğa gidiyorum. Koyduğu teşhis, anksiyete bozukluğuna bağlı olarak panik atak. 2 seans (toplam 2 saat) konuşmanın ardından, panik atağıma sebep olan şeyi aşağı yukarı tespit ederek, emdr diye bir teknik uygulamaya karar verdi doktorum. Ve bugünkü seansta uygulamaya başladı. Şöyle anlatayım size, lakin pek bir tuhaf:
EMDR, (Eye Movement Desensitization and Reprocessing) göz hareketleri eşliğinde duyarsızlaştırma ve yeniden proses etme tekniği. Yani basitçe şu, sizi üzen, size travma yaşatan her ne ise, her hangi bir uyarıcı eşliğinde (gözlerle bir kalemi takip etme, tempolu bir şekilde dizlere kalemle vurmak suretiyle uyarma, parmak şıklatma) o olaya geri döndürme, onu irdeleme, tüm kötü hissiyatı yeniden hatırlatma. Bunun sonrasında o kötü duyguların, anıların yerine yenilerini, güzellerini koyma. Ben şimdi benim deneyimimi anlatayım. Doktorum önce hepsini gösterdi, sonra sordu hangi uyarıcıyı istediğimi, ben de dize vurmayı seçtim. Ondan önce bana yine anlattıklarımdan tespit ettiği bundan 3-4 sene önce yaşadığım annemin sağlık sorunlarının başlangıcı olarak gördüğüm bir olayla ilgili sorular sordu, notlar aldı. Ve bunu temizleyeceğimizi söyledi. O an hissettiklerime olumluluk olumsuzluk derecelerine göre 1 ve 10 arası puan vermemi söyledi. Sonra beni en çok mutlu eden, kendimi en güvende hissettiğim bir anı düşünmemi ve ona bir isim vermemi istedi. Tabii ki sevgilimle olduğum bir an geldi hemen aklıma ve o ana "mutluluk" ismini verdim. Sonra uygulama başladı.Gözlerimi kapadım, bana sürekli o kötü anda hissettiklerimle ilgili sorular sordu, sonra gözlerimi açtım derin bir nefes alıp düşündüklerimi, aklıma gelenleri söyledim kendisine. Bu gözü kapalı olay zincir halinde 10 kere falan tekrarlandı ve en son sorduğunda ben en baştaki sorunun cevabını hiçbir şekilde hatırlayamadım. Sonra tekrar puanlama yaptık, ve tekrar bir daha aynı uygulama. İlk başta negatif olarak 6-7 verdiğim puanlar en sonunda 1-2 ye düştü. O kötü dediğim olayı ve mutluluk ismini koyduğum olayı aynı anda düşündüm. Aklım anneme, babama, sevgilime, mutluluğa, mutsuzluğa, korkularıma, kendime oynadığım oyunlara, askerliğe ve daha hatırlayamadığım bir sürü şeye gitti gitti geldi. Sanki ben aradan çekildim, tüm anılarım birbirleriyle başbaşa kaldı. İçim boşlukta yüzdü sanki. Seansın sonunda, uygulamanın benim üzerimde çok olumlu olduğunu söyledi doktorum. Bu, puanların hemen düşmesinden ve bazı kısımları hatırlayamamdan belliymiş. Şu an düşünüyorum, bana sorduğu soruların neredeyse hiçbirini hatırlayamıyorum. Seans bitip de bana bir danışanıyla ilgili birşeyler anlattı, migrenle mi ilgili ne, onu da hatırlayamıyorum.1-2 seansta bende kötü izler bırakan bu olayı tamamen unutacağımı ya da tamamen duyarsızlaşacağımı söyledi. Bu arada, seanslar arasında tuhaf rüyalar görebileceğimi, not etmemi veya olmadık zamanlarda olmadık flashbackler yaşayabileceğimi de söyledi. Açıkçası böyle tuhaf durumlarla karşılaşmaktan tırsıyorum. Daha doğrusu kabus görmekten korkuyorum ama bazen zaten normalde de sürekli flashback yaşayan bir insanım. Bundan sonra sadece flash forward yaşamak istiyorum.
Şu an çok tuhaf hisler içindeyim. Her cümlemin ortasında, başını unutur haldeyim. Aklımda ya çok şey var, ya hiçbirşey yok. Bunu ayırt edemeyecek durumdayım. Anlatırken bu kadar basit gibi görünen birşeyin, bu büyük etkisini anlamaya çalışıyorum. İlerleyen seanslarda çok daha iyi olacağımı düşünüyorum. Eğer aranızda panik atak, uçak korkusu, migren veya bilumum fobilerden muzdarip olanlar varsa şuraya göz atabilirler.
Ve bu uygulamadan aklımda kalan en birinci şey şu: sevdiceği hayatımIN tam ortasına alıp koymuşum. Kendisi bunun belki farkında belki de değil, ama doktorum bana son yıllarda yaşadığım en güvenli ve mutlu anı sorduğunda, sevgilimle Sugar Beach'te geçirdiğim anlardan başka hiçbir an, hiçbir kimse gelmedi aklıma. Sanki o sorunun bana sorulmasını bekliyormuşum gibi pat diye verdim cevabı, hiç düşünmeden. Sanırım, günümü gecemi herşeyi ona bağlamışım. Umarım ileride de ikimizin için herşeyin hayırlısı olur.
Velhasıl...insan beyni çok tuhaf birşeymiş. Hangi cümlenin, hangi hatıranın, o tuhaf organdaki taşları yerinden oynatabileceği muallakmış. Ben bugün bunu yaşadım, bunu gördüm canlar.
Spotless mind oldum len:))) Eternal sunsheni'ımı bekliyorum:)))
Allah hepimize aklı fikir versin. (Amin)
İyi geceler:)

blogspot vs wordpress :S

Bloğum kapanırsa kisiselbirseydegil.wordpress.com.'dayım :S

1 Mart 2011 Salı

sütten çıkmış ak olmayan kaşık.

Hiçbirimiz sütten çıkmış ak kaşık değiliz, kabul edelim. Haa öyle olduğunu iddia eden varsa beri gelsin, ders versin, kanat falan taksın hatta. Hatalar yapıyoruz, isteyerek ya da istemeden kalpler kırıyoruz, küfür diyoruz, isyan ediyoruz. Bir yandan iyi birer insan olmaya çalışırken bir yandan kendi egolarımızın kurbanı oluyoruz. Yok, bugün başıma birşey falan gelmedi, hatta ekstra iyi bir insan modundayım şu sıralar. Bana takılan "cadaloz" maskesini bir yerlerde unuttum ya da kaybettim çoktan sanırım. Sesim soluğum çıkmıyor. Sütten çıkmış ak kaşık değil belki ama süt dökmüş kedi olmuş olabilirim. Kimseye laf yetiştirecek, insanlarla ağız dalaşına girecek, kendimi savunacak ya da savunmak zorunda bırakacak bir şey yapacak enerjim yok. Tüm sevinçlerimi, içimdeki tüm iyi kötü hissiyatı erteliyorum uygun bir vakte. Belki de kendimi hem fiziksel hem ruhsal olarak Mayıs'a kurduğum için, o zamana saklıyorumdur. Kendimle uğraşmaktan, sadece kendi istediğim şeyleri yapmaktan, benim canım istediğinde benim istediğim insanlarla bir arada olmaktan mutlu gibiyim. Sevdicek gelince de sadece ikimizin olduğu bir dünyada yaşasak yine aynı derecede hatta şu ankinden çok daha fazla mutlu olabilirim. Sevdiceğin hep dediği gibi insanın kendini iyi hissetmesi için illa ki sürekli koloni halinde birileriyle birşeyler yapıyor olması gerekmiyor. 2 aydan fazladır çoğunlukla yalnız olan şu bünyemin öğrendiği şey budur.
Ne diyordum...sütten çıkmış ak kaşık değiliz... Yine de önemli olan niyet. İyi niyet. Saflık derecesinde olmadığı sürece, sahip olduğumuz iyi niyeti kaybetmemeliyiz diye düşünüyorum. Hepimizin içinde bir melek bir de şeytan var. Şeytana uymayıp ota boka bulaşmadığımız sürece içler rahat, hayat da güzel.
Birşeyler yazmak istiyordum ve bunlar çıktı bilgisayarın başına oturunca. Hayat aynı, beklemeye devam. Saatin tıktık sesi bile beynimde yankılanıyor sanki artık. Haftaya sevdiceği görücem. Ya sonra...sonra 2 buçuk ay daha beklemeye devam. Kendime yine yeni uğraşlar edinicem. Sanki bir maç yapıyoruz da ilk yarısı haftaya bitecekmiş gibi hissediyorum. Yılbaşında aldığım sevgili dopingine ayın 12sinde bir yenisini daha ekleyip ben de yenileneceğim.
Çalıştığım yerde kaos var yaklaşık 1 haftadır. Günde sadece birkaç saatim orada geçiyor olsa da, herşeyden uzak durmaya çalışsam da, yine de geriliyorum. Hiçbiri sütten çıkmış ak kaşık olmayan (aynı benim gibi) arkadaşlarımın birbirleriyle halledemediği her ne sorunları varsa bir an önce halletmelerini umuyorum. Evimde bulduğum huzuru orada da bulmak istiyorum. Bazı insanlar vardır hani bir ortamdan eksildikleri zaman orası bomboş anlamsız kalmış gibi olur. İşte benim sevdiceğim öyle bir insan. Kendisini çok sevdiğim için böyle söylemiyorum. Gerçekten öyle bir insan olduğu için söylüyorum bunu. (yazar burada tamamen objektiftir.) Şimdi o yok ya, iş yerinde konuştuğum birkaç kişi eğer o burada olsaydı böyle olmazdı diyor. Gerçekten de olmazdı. Onun öylece hiçbirşey yapmadan sadece durması, pozitifliği, hatta bazen bazılarının hoşuna gitmese bile "hallederiz"ciliği bile bazı şeylerin yolunda gitmesine yetiyor çünkü. Yani kısacası sevdicek gelince sadece benim hayatımın değil çalıştığım dört duvarın da neşesi yerine gelecek.
Sonuç: sonuç yok. kimse sütten çıkmış ak kaşık gibi davranmasın işte. kızım sana diyorum, gelinim sen anla.
Şarkısı da şu olsun bu postun: http://www.youtube.com/watch?v=VrHT7KsDfII
Hıh bu da resmi işte. Böyle miyiz? Değiliz!

İyi geceler:)