28 Eylül 2010 Salı

masallar...



Çok geç olsa da sonunda Big Fish'i izleyebildim/k.Bazı yalanlar güzel, bazı gerçekler acıymış sözünü doğrular nitelikteydi. Çok etkilendim gerçekten. Edward Bloom'un masalları beni tam yüreğimden vurdu. Ve sanırım bazı sahneler bir daha unutamayacağım şekilde beynime, ruhuma kazındı. Ruhuma kazındı, çünkü o hayaller geldi içimdeki saklı yaralara çarptı, kabuklarıyla oynadı, kabuklarını kaldırdı, canımı acıttı. Filmdeki baba bana babamı hatırlattı ki o da çok hayalperest bir adamdı. Onun masallarını çok dinlemedim ben ama biliyorum hayatı masal gibiydi. Tek koyan şey baba figürü değil elbet..O nasıl bir aşktır yaaa...biliyorum öyle büyük bir aşk yaşayabilecek bir potansiyel var bende. Sevdiğim adam ölüm döşeğinde olsa bile yine aynı aşkla ve büyük bir hüzünle sevebilecek, onunla küvette suların içine gömülüp ağlayabilecek kadar kocaman yüreğim de var.Nitekim her güzel şeyin bitiyor/bitecek olması içimi acıtıyor bir yandan da. Evet an'ı yaşamak güzel elbet ama insan kendini alamıyor bazen sonunu sonrasını düşünmekten.Eğer ben de bilseydim nasıl öleceğimi kendi hikayemi kendim yazabilir, filmin kahramanı kadar mutlu olabilen/edebilen bir insan olabilir miydim acaba?
O kadar tuhaf hisler içindeyim ki izlediğimden beri, kendime gelemiyorum....


"They say when you meet the love of your life, time stops, and that's true. What they don't tell you is that when it starts again, it moves extra fast to catch up." 
"The grass so green. Skies so blue. Spectre is really great!"
" I loved a man who could never love me back. I was living in a fairytale. " 


Masallarım olsun, en sevdiğim çiçek fulya olsun, yaşadığım yer Spectre olsun ve ben ayakkabılarımı ipe fırlatıp ardıma bakmadan hayallerime, sevdiğime gideyim istedim bu gece...


Diyecek birşey bulamıyorum. Bir garip hallerdeyim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder